Friday, August 28, 2009

whatthefuckisthisallabout?

Notepad'i açtı.


"Am I? Going crazy?"

Mutfak masasında oturup kendi kendine ingilizce sorular sormaktansa yazmak daha mantıklıydı.

Burnunu çekti.
Ağlıyor değildi. Sadece.. Bilmediği bir şeylere her an dokunabilir olmanın verdiği yoğun his gibiydi. Uçak düşmeden önce gözlerini kapatınca hissettiklerinden. Ya da Jack ve Marla el ele tutuşup çöken binaları izlerken Where is my mind? ın başlaması gibi. Bütünü anlayacağını sandığın bir saniye. Hepsi bu.


Kalbim neden bu kadar çarpıyor?
Ellerim soğuk.

Çünkü korkuyor. Nereye konuştuğunu bilmeden konuşmak zor, çok eskiden beri öyleydi hep.
Hayali arkadaşlarının "gerçek" olmadığını bildiğinden onlarla konuşurken hep suçlu hissetmişti kendini, yalan söylüyor veya birinden bir şey çalıyor gibi bir suçluluk. Gerçek çok önemliydi, gerçeğe tutunulmalıydı hep, somut olan, dokunduğun, sana dokunan, seni parçalayan, paramparça eden, iç organlarını söken gerçekti ve ona inanmalıydın.

Ruhum dudaklarımın arasından sigara dumanı gibi çıkıp gitti.
Now there is only oblivion and pain.


Şimdi yeniden var olmayan birileriyle konuşmak zorunda. Çocukluğundan beri yapmadı değil bunu, hem de çok yakın kişisel tarihinde yaptı, hatta var olmayan'a aşık oldu, var olmayan ile öldü, varlıkla yeniden doğdu.

Yine de.


Bazen bir dolabı açtığında bir sayfa düşüyor üzerine. Herhangi bir printerın bastığı, herhangi bir font. Üzerindekini okumak istiyor. Okumaması gerektiğini biliyor üstelik çoğunlukla. Bir anlığına kalbinin duracağını biliyor.

Yine de.


Nicki yazıyor genelde. Bazen yazı yok zaten, kalem izleri var. Bazen bir kitabın ön sözünden de önde duruyor küçük font el yazısı. "you are the one". Okuyunca geri çekiliyor.

Geri çekiliyor. Bir anlık kalp duruşu sonsuzluğu kapsıyor o saniye. Biliyor, dünyadaki, evrendeki her şeyi, her anı, her hissi, yaşanmış her acıyı, sevinci, her doğumu, her ölümü tadıyor. Yer altına uzanan köklerini hissediyor, yet they are the ones that are keeping her from flying away.
Ellerini açıyor, gözlerini kapıyor, yükseldiğini hissediyor. Oysa elleri yok, gözleri, ruhu, hiçbir
varlığı yok o an. Kitabı aldığı rafa geri koyuyor.

"Ne yapıyorsun?" diyor O.
"Bugün resmini gördüğümüz kıza mektup yazıyorum" diyor. Yine kalbi çarpıyor.
Yine var olmayan'a dokunmaya çalıştığının farkında, oysa kitap okumalıydı, başka bir şeyler yazmalıydı belki, internetten chinese noodle tarifi bakmalıydı biraz daha. Böyle hissetmemeliydi.

"Peki" diyor. Gidiyor.


Evin duvarlarını kitap kapağı gibi kapamak istiyor üst üste. En içinde kalmak, bütün duvarların ağırlığıyla ezilmek, ama "safe" hissetmek istiyor. Çünkü şimdi duvarlardan geleceklere karşı tedirgin. Her an bir başka anı'nın tam ortasına çekilme korkusuyla yaşıyor "evi"nde. Ne yapmalıydı?


Bazen unutuyor, ama üzülmediği olmuyor hiç. İnsanın, belki kadının hissetme kapasitesine şaşıyor. Tüm kadınlar arasında bir connection olduğunu fark ediyor ama hemen ardından da ne kadar naifçe düşüncelere kapıldığını anlayıp başını ellerinin arasına alıyor yeniden.

Bazen delirmekten çok korkuyor. Boğulmak üzere bir adam gibi hissediyor o zaman, suyun yüzeyine ulaşamamak çok korkutucu, bir daha nefes almayabileceğini bilmek dehşet verici. Elleriyle vuruyor suya, buz yüzey onu daha derine itiyor, ciğerleri suyla doluyor, ta ki düşünceleri donana dek.



Artık yazmak istemiyordum. Gelen her ne ise gitmişti. Senin hatıralarının yeri benimkilerle doldu. Yeniden. Kim olduğumu hatırladım, kaç zamandır burada olduğumu, ellerimi, yüzümü hatırladım. Ruhumdan gelen kusma isteği hafiflemişti.












Elleri buza vurmaktan kanıyordu.
Yavaşça uykuya daldı.







August/2009

No comments: