Wednesday, November 4, 2009

Friday, August 28, 2009

whatthefuckisthisallabout?

Notepad'i açtı.


"Am I? Going crazy?"

Mutfak masasında oturup kendi kendine ingilizce sorular sormaktansa yazmak daha mantıklıydı.

Burnunu çekti.
Ağlıyor değildi. Sadece.. Bilmediği bir şeylere her an dokunabilir olmanın verdiği yoğun his gibiydi. Uçak düşmeden önce gözlerini kapatınca hissettiklerinden. Ya da Jack ve Marla el ele tutuşup çöken binaları izlerken Where is my mind? ın başlaması gibi. Bütünü anlayacağını sandığın bir saniye. Hepsi bu.


Kalbim neden bu kadar çarpıyor?
Ellerim soğuk.

Çünkü korkuyor. Nereye konuştuğunu bilmeden konuşmak zor, çok eskiden beri öyleydi hep.
Hayali arkadaşlarının "gerçek" olmadığını bildiğinden onlarla konuşurken hep suçlu hissetmişti kendini, yalan söylüyor veya birinden bir şey çalıyor gibi bir suçluluk. Gerçek çok önemliydi, gerçeğe tutunulmalıydı hep, somut olan, dokunduğun, sana dokunan, seni parçalayan, paramparça eden, iç organlarını söken gerçekti ve ona inanmalıydın.

Ruhum dudaklarımın arasından sigara dumanı gibi çıkıp gitti.
Now there is only oblivion and pain.


Şimdi yeniden var olmayan birileriyle konuşmak zorunda. Çocukluğundan beri yapmadı değil bunu, hem de çok yakın kişisel tarihinde yaptı, hatta var olmayan'a aşık oldu, var olmayan ile öldü, varlıkla yeniden doğdu.

Yine de.


Bazen bir dolabı açtığında bir sayfa düşüyor üzerine. Herhangi bir printerın bastığı, herhangi bir font. Üzerindekini okumak istiyor. Okumaması gerektiğini biliyor üstelik çoğunlukla. Bir anlığına kalbinin duracağını biliyor.

Yine de.


Nicki yazıyor genelde. Bazen yazı yok zaten, kalem izleri var. Bazen bir kitabın ön sözünden de önde duruyor küçük font el yazısı. "you are the one". Okuyunca geri çekiliyor.

Geri çekiliyor. Bir anlık kalp duruşu sonsuzluğu kapsıyor o saniye. Biliyor, dünyadaki, evrendeki her şeyi, her anı, her hissi, yaşanmış her acıyı, sevinci, her doğumu, her ölümü tadıyor. Yer altına uzanan köklerini hissediyor, yet they are the ones that are keeping her from flying away.
Ellerini açıyor, gözlerini kapıyor, yükseldiğini hissediyor. Oysa elleri yok, gözleri, ruhu, hiçbir
varlığı yok o an. Kitabı aldığı rafa geri koyuyor.

"Ne yapıyorsun?" diyor O.
"Bugün resmini gördüğümüz kıza mektup yazıyorum" diyor. Yine kalbi çarpıyor.
Yine var olmayan'a dokunmaya çalıştığının farkında, oysa kitap okumalıydı, başka bir şeyler yazmalıydı belki, internetten chinese noodle tarifi bakmalıydı biraz daha. Böyle hissetmemeliydi.

"Peki" diyor. Gidiyor.


Evin duvarlarını kitap kapağı gibi kapamak istiyor üst üste. En içinde kalmak, bütün duvarların ağırlığıyla ezilmek, ama "safe" hissetmek istiyor. Çünkü şimdi duvarlardan geleceklere karşı tedirgin. Her an bir başka anı'nın tam ortasına çekilme korkusuyla yaşıyor "evi"nde. Ne yapmalıydı?


Bazen unutuyor, ama üzülmediği olmuyor hiç. İnsanın, belki kadının hissetme kapasitesine şaşıyor. Tüm kadınlar arasında bir connection olduğunu fark ediyor ama hemen ardından da ne kadar naifçe düşüncelere kapıldığını anlayıp başını ellerinin arasına alıyor yeniden.

Bazen delirmekten çok korkuyor. Boğulmak üzere bir adam gibi hissediyor o zaman, suyun yüzeyine ulaşamamak çok korkutucu, bir daha nefes almayabileceğini bilmek dehşet verici. Elleriyle vuruyor suya, buz yüzey onu daha derine itiyor, ciğerleri suyla doluyor, ta ki düşünceleri donana dek.



Artık yazmak istemiyordum. Gelen her ne ise gitmişti. Senin hatıralarının yeri benimkilerle doldu. Yeniden. Kim olduğumu hatırladım, kaç zamandır burada olduğumu, ellerimi, yüzümü hatırladım. Ruhumdan gelen kusma isteği hafiflemişti.












Elleri buza vurmaktan kanıyordu.
Yavaşça uykuya daldı.







August/2009

Friday, April 10, 2009

Cesetlerin önce elleri yenir !

Ölmek elzem.

Ölüme dokunmamız gerekiyor. Televizyonda yapay kan/şiddet görmekten gerçeğini de kurgu gibi algılıyor insan artık.

Nip Tuck/ Dexter


Kan görmeye alıştık.
Etin bıçakla kesildiğini gördük.






Kokladık mı?
Elimizi dokundurduk mu damardan taze akan sıcaklığa? Tattık mı hiç?


Acı gerçek.
Unutma. Unutma.


Bir ceset görürsen, onda neyin eksik olduğunu bulmaya çalış.



You'll feel the terror of it.

It is the only way.

"What shall I do now? What shall I do?"

Herkesin dilinde bir bireylik, bir özgürlük.

Nah.


Ne kadar yırtınırsak yırtınalım özgür olma ihtimalimiz yok gibi şu noktadan sonra. Çünkü hiçbir şeyin geri dönüşü olmadığı bir noktadayız.

Her şey anlamlandırıldı.

T.S. Eliot umudu Doğu'da görmüştü.

"Shanti shanti shanti.."


Doğu da tüketildi.

Elimi uzatsam elektrik telleri geçmeyen, baz istasyonları olmayan neresi var dokunabileceğim?

Bütün bildiklerim, gördüklerim, yaşadıklarımla, nereye kaçabilirim artık?
Doğa beni kabul etmez. Kendimi bıraktığımda ormana, ölmem üç günü bulmaz.

Ben bozuldum. Kirlendim. Kirlettim. Öz'ü kaybettim.

Kurgu bitti. İhtimal yok oldu.


Midas elini neye uzatsa.. Çünkü..

Yine de..


Bulmaya çalışıyorum.

Her şeyi istememeye çok yaklaştım bu son kez.

Wednesday, February 25, 2009

The L-word

Akıllara zarar.

Gavurlar buna bir isim de bulmuş, L-word diyorlar. Birine "I love you" demek big deal. Ya olur da sen söylersen ve karşındaki cevap vermez geçiştirirse? Dünya başına yıkılmaz mı ey insan?


Aha söylüyorum: Yıkılmaz.


Evde kedimle oynuyorum. Mıncırıyorum hayvanı, kemikleri katurduyor. O da ben de çok eğleniyoruz. Sonra aklıma geliyor ki bu hayvan nesnesiyle benim tek iletişimim bakışmak, elleşmek falan. Konuşmuyoruz yani, bir anlamda gereksiz bir iletişim düzlemini zaten ardımızda bırakmış oluyoruz.

E ne oluyor o zaman, ben bu hayvana hiç "seni seviyorum" demedim ki. Ama o biliyor. Bazen onu okşamamdan, bazen saldırmamdan biliyor işte. Ben de biliyorum yalamasından/ısırmasından/oynayışından vs vs.


Bir tek insan kelime kelime duymaya ihtiyaç duyuyor.
Çünkü duymazsa inanmayacak, karşısında apaçık dursa bile ille duyması lazım.
Hem güvensiz oluşumuzla alakası var, hem bin yıllardır böyle okuduğumuz/izlediğimiz için doğal olanın sevdiğini kelimelerle anlatmak/duymak olduğuna inanmış haldeyiz. Sadece bir hareketten, bir dokunuştan, bir bakıştan anlamak yeterli değil. Sözler gerek, hatta sonraki aşamada kağıt/kontrat/evlilik belgesi gerek ki kanıtlar somut olsun.


Birinin bizi sevdiğini bilmemiz için o kelimeleri duymamız gerekmesi ne patetik.

Friday, February 13, 2009

100% portakal

Beynim gündelik düşüncelerin pisliğinden tüm kıvrımlarıyla ağrımaya/ağırlaşmaya başlamıştı ki, trene bindim.

Tren önemlidir.

Tren gitmektir, harekettir, uzun yoldur, trafiksiz yoldur, tekerlek sesi ve sallantıdır, camdan bakıp kendi filmini çekmektir.

Kıçını yırtan biz modern insan için pasif kalıp "akıp giden dünyayı" izlemek için bir şanstır.

(-dir'le biten yargılara varmaktan tiksindim gerçekten. Sanki çok biliyomuş da bi halt söylüyomuş gibi. Söylemiyorum, o açıdan. Bi bok da bildiğimiz yok hiçbirimizin, yanlış anlama olmasın.)

Neyse.

Trenin camından değişen manzaraya bakarken birden geldi:
"Kader var"
"Kutsal kitaplarda yazılanlar doğru evet. Ama doğru olması yetmiyor. Önemli olan onu deneyimleyerek algılamak."

His bu. Geldi. Bilgi de ama aynı zamanda.

Hayatın "click" ettiği anlardan biri olarak.

Çünkü hayatıma bakınca, her şey böyle olmalıydı. 2003'te yaptığım her şey, çocukluk, geçen sene, en ufak seçimler, evet böyleydi. Böyle olacağını hatırladım. Rahatladım.


O yüzden kader var evet, baştan sona bir yol mevcut yani.
But not as they understand it: It is not written in stone, it is not a story where we are nothing but puppets. It is just how it is. How we live. How we get sad/happy/upset/fall in love/hate/get disappointed/eat/write/make love/breathe.


Ama experince'larla "aha" hissine kapılmak, connection'ı hissetmek, işte "kader" o. Daha fazlası da değil.


As Spike says (sings): "Life isn't bliss, life is just this, it's living."


Hadi
ya-şa-ya-lım.

Kevgirler günü

Sevgililer günü diye bi adet bişeyimiz olduğunu unutmuş güzel güzel yaşarken anne evinde açılan televizyon ile sarsılıp kendime geldim, içinde yaşadığım bu güzel toplumun harika alışkanlıklarına geri döndüm.

Daha da güzeli öylesine sevgi bıcırığı oluyor ki herkes, olmasa da oluyor yani. Doğumgününde "Kutlama istemiyorum, sıradan bir gün gibi davranalım" cool'luğundan sonra kutlanmamasına için için bozulmak gibi veya "Yılbaşı neyaaaa, tüketim toplumu yeaa" laflarından sonra hediye alınmazsa zırlamak gibi. (Yok kendimden bahsetmiyorum, ne alakası var, son derece aşmış bi bireyim, ne üzülmesi, yani istemiyorsanız almayın tabii hediye, napim ki, yani bi ufak bişi fena mı olurdu, ama almayın tabii, tüketim, kapitalizm.. Lan üç kuruşluk bişe alaydınız be?)

Sevgililer Günü çok acaip bişey.

En az Gençlik ve Spor Bayramı kadar garip. Düşünsene bi sürü liseli stadyumlara gidip bi örnek dandik kıyafetlerle merdiven şekli falan oluşturuyo. Neden ki? "Vücudum çok esnek, her yola gelirim" gibi bir mesaj mı var altında? Olsa keşke de ulusal sevişme ve yalaşma bayramı falan icat edilse. Milletçe şööle bi (sarsılarak) kendimize gelirdik.